Henüz binyıllardır insanlar depremlerden korkarlar. Bütün bölgeleri harap eden ve binlerce can kaybına sebep olan bir doğa gücü. Deprem korkusunun bir sebebi belki de şudur ki, insanlar bugüne kadar bu doğal olayları önceden tahmin etmeyi başaramamışlardır. Dolayısıyle depremler insanlara dünyanın büyük bir kısmında hazırlıksız olarak isabet ederler. Depremler birbirine benzemezler, hem süreleri hem de şiddetleri farklı olabilir. Sismometre denilen deprem kaydedicilerinin ölçümleriyle depremler ölçüm istasyonlarında deftere geçirilebilirler ve toprak hareketleri sismogram şeklinde kaydedilebilir. 1. Depremlerin oluşumu İnsanların depremlerin nasıl ve neden meydana geldiklerinden uzun bir süre haberleri yoktu. Bu felaketlerin meydana çıkması, insanüstü güçlere yüklenmişti. Eski Yunanistan’da depremler tanrıların öfkesi olarak algılanmıştı. Örneğin M.Ö. 464 yılında İsparta yakınlarındaki deprem. Bu felakette 20.000 civarında insan hayatını kaybetmişti. 869 yılında Japonya’nın Mutsu vilayetinde yaşanan deprem, dünyayı titreten bir ejderhaya yüklenmişti. 1356’da İsviçre’nin Basel şehrinde yaşanan dehşetli deprem, orta çağda alışagelmiş olarak, tanrının cezası olarak değerlendirilmişti. 20. yüzyılın başlarında, jeofizikçi, meteorolog ve klimatolog Alfred Wegener, dünya görüşümüzü kökünden değiştirmişti. Onun teorisi: Kıtalar eskiden bir süper kıta olarak Pangea denilen devasa bir kara parçası halinde birbirine bağlılardı ve milyonlarca yıllar boyunca bugünkü konumlarına doğru kaymışlardı. Wegener‘in bu düşünceye varmasının sebebi ise, Afrika’nın batı kıyısının ve Güney Amerika’nın doğu kıyısının iki yapboz parçası gibi birbirine uyduklarını farketmişti. Teorisini örneğin her iki kıtada yaptığı fosil bulgularıyla sağlamlaştırabilmişti. Bugün hala örneğin Kuzey Amerika ve Avrasya levhaları yılda ortalama 2,5 cm kadar birbirinden ayrılmaktadırlar. Fakat Wegener’in kıta kayması varsayımı ancak ölümünden sonra – 1960 civarında – özellikle okyanus topraklarının araştırılmasının sayesinde başarılı olabilmişti. Böylece örneğin depremlerin çoğunu açıklayan modern levha tektoniğinin temelini atmıştı. Deprem araştırmaları olmasaydı gezegenemizin iç kısımları hakkında çok daha az bilgilerimiz olurdu. Böylece yerküremizin kabuk şeklinde yerkabuğu, manto, dış ve iç çekirdekten oluştuğunu biliriz. 80%‘lik bir oranda demirden oluşan çekirdeğin iç kısmı katı vaziyetdedir. Yerküresinin dış çekirdeği ise sıvıdır ve hareketli vaziyetdedir. Demek yerküremiz dinamik bir gezegendir. Çekirdekteki aşırı sıcaklık tarafından harekete geçirmiş olarak devasa malzeme akımları gerçekleşir, bunlar ise en dıştaki yerküresi kabuğunun katı taşlık levhalarının yer değiştirmesine yol açarlar. Levhaların oynamaları, yılda birkaç milimetreden 20 santimetreye kadar değişebilir. Üç farklı levha hareketlerine göre ayırılabilir. Uyuşmaz levha sınırlarında komşu levhalar birbirinden ayrılırlar. Bu arada yerküresinin iç kısımlarından magma yükselir ve yeni bir kabuk meydana gelir. Yaklaşıcı levha sınırlarında olduğu gibi levhalar birbirine doğru ilerlerse çarparlar ve üst üste kayarlar. Bu esnada bir dalma zonunu oluştururlar. Böyle bir çarpışma örneğin 55 milyon yıl önce bugün hala devam eden Alplerin gelişimine sebep olmuştu. Afrika ve Avrasya levhaları halen senede 5 cm kadar birbirine yaklaşmaktalardır. Bunun dışında iki levha ayrıca sıyrılarak birbirinden geçebilir. Bu tür korunumlu levha sınırlarında – örneğin Kaliforniya’da – yerküresi sürekli sarsılır, çünki devasa levhalar birbirine takılabilirler. Böylece belli bir sürede taşlıklarda daha sonra bir depremde boşulan korkunç bir gerilim oluşur. 1906’da bu tür bir transform fayı olan San Andreas fayının uzunluğunca San Fransisco’da şiddetli bir deprem meydana gelmişti. Bu doğal afet bugün hala ABD tarihinde en büyük felaketlerin biri sayılır. Tektonik deprem de denilen buna benzer depremler, en sık cereyan eden deprem türünü temsil ederler. Onlar genelde levha sınırlarında meydana gelirler. Atom bombası testleri de depremlere yol açabilirler ve dünya çapında sismometrelerle kaydedilirler. Birleşmiş Milletler bu tür kayıtlardan atom bombası testlerinin önlenmesini kontrol etmek için faydalanırlar. Tektonik depremlerin yanısıra diğer deprem sebepleri de olabilir: Özellikle kayalık bölgelerde meydana gelebilen mağara çöküşleri veya şiddetli toprak kaymaları, hafif depremlere yol açabilirler. Fakat insanlar da depremlere sebep olabilirler, örneğin petrol ve doğal gaz üretiminde. Ama sadece orada değil: İnsanlar yeryüzünün sağlamlığını büyük bir çapta değiştirirlerse deprem tehlikesi ortaya çıkar. Mesela madencilikte galeriler gibi boşlukların çökme tehlikeleri vardır. 23 Şubat 2008’de Saar bölgesinin Saarwellingen’de madenciliğin sebep olduğu, Richter ölçeğine göre 4,0 derecede bir deprem meydana gelmişti. Bu deprem elektrik kesintilerine ve bölgedeki binalarda hasarlara sebep olmuştu. Bilimciler ayrıca devasa baraj göllerinin inşaatlarının sebebiyet verebileceği depremlerden uyarmaktalardır. Bu tür baraj göllerinde yüzlerce milyon ton ağırlığındaki su kitleleri alt tabakayı bastırarak toprak kaymalarına yol açabilirler. 2. Depremlerin dinamiği Depremler dünyanın iç kısımlarında cereyan ederler. Depremin yola çıktığı noktaya deprem merkezi denir. Deprem merkezinin dikey olarak hemen üzerinde yeryüzündeki oluşum merkezi bulunur. Depremde kırılan taşlıklar, yerküresini bütün yönlerde delip geçen sismografik dalgaları yansıtırlar. Bu arada bir yandan hızlı olsalar bile zarar vermeyen birincil dalgalar, yani burada kırmızı renkte şekillendirilen P dalgalar, öte yandan daha yavaş olan ancak daha zararlı olan, yeşil renkte şekillendirilen ikincil S dalgaları meydana gelir. Bu dalgalar çeşitli malzeme katmanlarında kırılırlar ve farklı derecelerde yansıtılırlar. Bu arada S dalgaları sıvılarda yayılmadıklarından dolayı yerküresinin sıvı halindeki dış çekirdeğini delip geçemezler. Deprem dalgaları dünya çapında deprem ölçme istasyonlarında kaydedilir. Doktorda ki Röntgen muayenesinde de olduğu gibi, jeo bilimcileri yeryüzünde kaydedilen sinyallerin sayesinde yerküresinin kabuk, manto, dış ve iç çekirdekten oluşan yapısını farkedebilirler. O halde depremler sadece hasarlara sebep olmazlar. Deprem araştırmaları bize gezegenimizin iç kısımları hakkında epey bilgi vermişlerdir. Böylece diğer gezegenlerdeki jeolojik süreçler hakkında da sonuçlara varılmıştır. Bu nedenle depremlerin sayesinde dünyanın ve uzaklardaki gezegenlerin bileşimleri, iç yapıları ve şekil veren süreçleri hakkında çok şeyi öğrenebiliriz. Depremlerin şiddetlerini dünya çapında kıyaslayabilmek amacıyla 1930’lu yılların sonlarında iki jeofizikçi Charles F. Richter ve Beno Gutenberg müşterek bir deprem ölçeğini sunmuşlardı. Onların geliştirdiği Richter ölçeği, deprem süresinde deprem merkezinin derinliğinden bağımsız olarak ne kadar enerjinin salındığına dair bilgi vermektedir. Bu ölçeğin magnitüd olarak adlandırılan değerleri depremin kaynağındaki şiddetini gösteren ölçülerdir. Burada logaritmik değerler sözkonusudur. Dolayısıyle 6 magnitüdündeki bir depremde 5 magnitüdüne nazaran 32 kez, 4 magnitüdündeki bir depreme nazaran 1000 kez daha fazla enerji salınır. Henüz 19. yüzyılda İtalyan sismolog Giuseppe Mercalli depremleri şiddetlerine göre ayırmıştı. Şiddet ölçülebilen bir değer değildir, daha doğrusu deprem gücünü harabenin boyutuna izleyicinin bireysel algılamasına dayanarak tanımlar. Mekana bağımlı olmayan şiddet, magnitüd, deprem merkezinin uzaklığı ve yeraltındaki jeolojik vaziyete dayanır. Bu nedenle depremler ancak magnitüd verileriyle kıyaslanabilir, şiddet verileriyle bu mümkün değildir. 3. Depremlerin ve erken uyarı Depremin sebep olduğu zararlar, depremin şiddetine, süresine ve deprem merkezinin uzaklığına bağlıdır. Fakat diğer önemli faktörler, yerleşim yoğunluğu ve bölgedeki yapı şeklidir. Mesela sağ kalma ihtimalleri, basit bir ahşap kulübede depreme dayanıklı olmayan bir beton binadan daha büyük olabilirler. Hafif depremlerde binalar az zarar görürken şiddetli depremler sözkonusu bölgenin altyapısını oldukça zarara uğratabilirler. Kırsal bölgede deprem sonrası hasarlar genelde daha hafiftir, çünki oralarda daha az binalar, yollar, köprüler ve tren yolları mevcuttur. Dar imar edilmiş eski şehirlerde şiddetli depremlerin cereyan etmesi halkta özellikle tehlike yaratır. Orada kurtarma elemanlarının kullanabileceği yollar az sayıda ve nisbeten dardır, bu halde çıkan yangınlar hızla yayılabilirler. Depremlerin neden olduğu yokedici taşkın dalgalarına, yani tsunamilere dair uyarılar, deprem sinyallerinin denizaltı sismometrelerle kaydedilmesi ve deniz seviyesinin GPS dubalarıyla sürekli ölçülmesi sayesinde mümkün olmuştur. Sözkonusu kıyı bölgelerinin boşaltması ve koruma tedbirlerinin vaktinde alınmasıyla birçok can kurtarılabilir ve maddi hasarlar azaltılabilir. Tsunamiler genelde ilerleyen bir levha rastladığı diğer bir levhanın altından veya üstünden geçerken cereyan eden depremlerin esnasında okyanuslarda meydana gelirler. Bu arada levhalar birbirine takılabilirler, üstteki levha çoğu kez onyıllar veya yüzyıllar boyunca aşağıya doğru çekilir ve sonunda aniden yukarıya fırlar. Böylece üzerinde bulunan su sütunun tamamı harekete geçirilir ve dalgalar meydana gelir. Kıyılarda tsunami su seviyesinin bir hayli düşmesine yol açar, ancak daha sonra esas dalgalar kıyı bölgesine varırlar ve mahvedici taşkın dalgalara dönüşürler. Bu fenomene rastlayan insanlar bir an önce daha yüksek bir araziye doğru uzaklaşmalılardır. Tsunamilerin çoğu burada parlak noktalarla şekillendirilmiş Pasifik bölgede cereyan eden depremlerden sonra meydana gelirler. Sözde Pasifik ateş çemberi boyunca Pasifik levha diğer levhaların altına dalar. Bu dalma zonlarında volkanik olayların yanısıra okyanusta ortaya çıkan şiddetli depremler Pasifiğin tipik tsunamilerine yol açarlar. Avrupa’nın dahilinde de eski zamanlarda Akdeniz’deki ve Atlantik’deki deniz depremlerinin yarattığı, sayısız ölüme sebep olan tsunamiler yaşanmıştı. Bu tür felaketler son yüzyıllarda meydana gelmemiş olsa bile tsunami tehlikesinin Akdeniz bölgesinde ve Atlantik kıyılarında hala mevcut olduğu anlaşılır. Depremlerin tahmini mümkün değildir, fakat çoğu kez bir erken uyarı ilan edilebillir. Deprem sırasında yavaş ve mahvedici S dalgaları istasyona ulaşmadan önce hızlı ve zararsız P dalgaları sismometrede kaydedilirler: böylece kazanılan değerli saniyelerden örneğin gaz hatlarını kapatarak veya trenleri durdurarak faydalanılır. Mesela 2004’te Japonya’nın Chuetsu şehrinde yaşanan depremde bir tren raylardan çakınca 155 yolcunun hiç biri zarara uğramamıştı, çünki deprem darbelerini kaydedilince otomatik bir acil frenleme uygulanmıştı. 4. Almanya’da depremler Depremler Almanya’da da zannettiğimizden daha sık meydana gelirler. Fakat depremlerin çoğu o kadar hafiftir ki, biz insanlar onları algılayamayız. Almanya’nın geçmişte ağır depremleri yaşamamış olmasının sebebi, Avrasya levhasının sınırlarına uzak bir mesafede bulunmasıdır. Buna rağmen burada da ağır hasarlara ve hatta ölümlere yol açan depremler cereyan etmiştir. Bu arada son depremler belli bölgelerde yoğunlaşmıştı. Köln ve Aachen’in arasındaki Köln koyunda yerküresi sık sık titrer. Örneğin 22 Temmuz 2002’de Alsdorf ve Übach-Palenberg’in arasında, Richter ölçeğine göre 4,8’lik bir magnitüd ile. Bu deprem mesela Aachen’deki Herz-Jesu kilisesine zarar vermişti. Baden-Württemberg eyaletinde de, Tübingen’in güneyindeki Suebya dağlarında sık sık depremler cereyan eder. 22 Mart 2003’te orada Richter ölçeğine göre 4,5 magnitüdlü bir depremin sayesinde pencereler kırılmıştı ve çatılardan kiremitler düşmüştü. Ren çukuru da Almanya’nın bir deprem bölgesidir. Orada da 5 Mayıs 2009’da Lörrach’ın kuzeyinde 4,5 magnitüdlü bir deprem yaşanmıştı. Thüringen ve Saksonya eyaletlerinde de, Gera civarındaki Vogtland’da, sürekli depremler meydana gelir. Orada genelde deprem fırtınaları sözkonusudur. Bu deprem dizilerinde depremlerin şiddetleri genelde benzerdir ve depremlerin süresi birkaç günden bir yıla kadar değişebilir. Deprem fırtınaları dünya çapında özellikle volkanik faaliyetlerin bulunduğu bölgelerde izlenilmiştir. Dolayısıyle magma veya ısınmış su gibi sıvıların yerkabuğundaki hareketlerinin deprem dizilerine yol açtıkları tahmin edilmektedir. Gelecekte de insanlar depremlerle karşılaşacaklardır, çünki depremler önlenemezdir. Önemli olan, erken uyarı sistemlerinin geliştirlmesi ve sözkonusu bölgelerde binaların depremlere karşı daha etkili bir şekilde korunmasıdır. Çünki dep remlerin önlenmesi mümkün değilse hiç olmazsa altyapı ve özellikle insanlar en iyi şekilde bu doğal afetlere karşı korunmalılardır.